Tüketici markayı gördüğü anda kafasında bir imge oluşuyorsa ve bu oluşan imge markayı taşıyan bütün ürünlerde benzer şekilde temsil ediliyorsa o markanın kurumsal bir marka olabilmeyi başardığını söyleyebiliriz. Kurumsal marka olma yolunda en önemli özellik budur. Kurumsal markalarda tutarsızlığa yer yoktur. Tasarımdan, satış sonrası hizmete kadar bütün süreçler bütünlük arz etmelidir. Ne tek başına reklam, ne tek başına logo, slogan, ürün gibi unsurlar kurumsal bir marka yaratamaz. Kurumsal markalar ancak bütün bir imaj çalışmasının eseri olarak ortaya konulabilir. Bu imaj çalışmaları da iyi bir şirket performansı ve başarılı bir PR çalışmasından oluşur. Kurumsal marka olabilmeyi başaran şirketlerin piyasa değerleri de varlıkları ya da yıllık kar oranlarına göre açıklanabilecek değerlerinin üzerindedir. Kurumsal markaların yeni ürünleri sunmak başta olmak üzere rakiplerine göre birçok avantajı vardır.Bu avantajların başlıcaları, bilinirlik, güven ve bağlılıktır. Kurumsal markalar bu avantajlar sayesinde pazarlama faaliyetlerini de rakiplerine göre daha düşük maliyetlerle sürdürebilirler. Kurumsal markalaşma anlayışının bir neticesi olarak, şirketlerin büroları, bayileri her yerde birbirine benzer hatta çok zaman birebir dekore edilir. Burada amaç markayı oluşturan unsurlar arasında uyumu sağlamaktır. Dünyanın herhangi bir yerinde bir McDonalds şubesinden içeri girdiğinizde yabancılık çekmezsiniz. Sony markalı elektronik aletlerin hepsinin üzerindeki logo aynıdır ve başarılı bir teknolojiyi işaret eder. Kısaca; kurumsal bir markanın iyi bir pazarlama anlayışı, iyi bir satış yönetimi sistemi, kaliteli bir ürünü, bir görsel kimliği, etkili ve doğru yapılan reklam çalışmaları, yapıcı bir halkla ilişkiler anlayışı, etkili bir müşteri ilişkileri ve insan kaynakları yönetimi vardır. Bunun yanı sıra kurumsal markalar iyi yönetilen bir finans ve toplam kalite yönetimi anlayışına sahiptir. Türkiye’nin en köklü gıda firmalarından olan Bifa'da geçtiğimiz günlerde yaptığı 2010 yılı değerlendirme toplantısında, hem hedeflerini, hem de kurumsallaşma yolunda yaptığı çalışmaları açıkladı. Yurtiçine 25 milyon Dolar, yurtiçi iştiraklerine 3 milyon Dolar, yurtdışına 12 milyon Dolar olmak üzere toplamda 40 milyon Dolar yatırım yapan firma, genç nüfusun talepleri doğrultusunda, logosunu da daha genç ve dinamik bir imaj vermek yolunda yeniledi. Çalışan sayısını, yatırımları arttırmak ve firmayı uluslararası bir marka konumuna getirmeyi de hedefleyen firmanın kurumsal markalaşma yolundaki ilk reklam filmi de 13 Aralık 2010 tarihinden bu yana yayınlanmaya başladı. Çağan Irmak yönetmenliğinde çekilen filmin sloganı “Senin tadın, senin hikayen”. Filmde 1960’tan günümüze, dönemin estetiği ve koşulları ile oluşturulan çeşitli kareler yansıtılmış. Çetin Tekindor’un seslendirdiği reklam filminin müziği de, Ali Kocatepe’ye ait ‘Ben yine sana vurgunum’ isimli şarkı. Bifa 49 yıllık bir firma olarak kurumsal markalaşma yolunda hedeflerini belirlemiş durumda. Bu doğrultuda 2011 yılında tüketiciler Bifa ismiyle gerek reklamlarda, gerekse raflarda daha sık karşılaşacak gibi görünüyor.
Devamı için tıklayınız ...
Sponsorluk son yıllarda bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de giderek klasik pazarlama araçları arasında fark yaratarak ön plana çıkmaya başladı. Sponsorluğu kısaca bir etkinliğe destek vererek kurumu, ürün ve hizmeti tanıtarak hedeflenen kitlenin bilinç altına marka imajını oluşturmak veya güçlendirmek, dolaylı olarak satın alma tercihlerini etkilemek olarak tanımlayabiliriz. Sponsorluk anlaşmaları doğrudan satın alma davranışına yönelik olmadığı için zaman zaman hayır işleri ile bağlantılı pazarlama olarak tanımlanabilir ancak, belli bir amacı mutlaka vardır ve bu amaç hiç bir zaman sadece harcamak değildir. Sponsorluğun iki nihai sonucu vardır; harcama ve/veya yatırım. Hedef pazar ve ürün - hizmet türü için uygun olmayan bir sponsorluk tercihi yapıldıysa bu bir harcamadan öte hiçbir zaman gitmez. Harcamaları yatırıma dönüştürmek ise yapılacak etkin çalışmalar ile mümkündür. Sponsor firmalar hem sponsorluktan ne istediğini bilmeli, hem de kısa vadede değil, uzun vadede etki beklemelidir.
Devamı için tıklayınız ...
Sinema dünyasının saygın oyuncularından Tuncel Kurtiz, herkesin bildiği gibi ATV’de yayınlanan “Ezel” dizisinin en beğenilen karakterlerden birini canlandırıyor. Oyuncunun dizide canlandırdığı karakter, kendisinin de dış görünüşü ve sesiyle tam bir uyum içerisinde. Karakter, derinlemesine deneyim edinmiş, etrafında dönen ve dönebilecek olayları, düşünceleri, kurguları daha başlamadan tahmin edebilen, işin en doğrusunu bilen ve ona göre strateji çizdiren özelliklere sahip. Baba rolünde ama öyle böyle bir baba değil bu. Her bir nasihati yaşam felsefesi niteliğinde. Etkileyici ses tonuyla kurduğu cümlelerde, önemsenmesi gereken noktalara vurgu yaparak, korumak istediği, çevresindeki gençlere, yapılması gerekenlerle ilgili mesajlar iletiyor. Sadece yapılması gerekenlerle ilgili mesaj vermekle kalmıyor, aynı zamanda onların yaşama bakış açılarını değiştiriyor, onları biçimlendiriyor. Ramiz dayı karakterinin derin, etkileyici sözleri, dizinin aksiyonlarıyla birleşince, dizi insanları ekranlara kilitliyor. Sözler gerçekten etkileyici, çünkü Shakespeare, Ömer Hayyam, Oskar Wilde gibi, dünyaca tanınmış isimlerin sözleri bunlar. Ramiz Dayı karakteriyle Tuncel Kurtiz, ülkemizdeki birçok kişi tarafından oynadığı karakterle özdeşleştirildi. Sözleri ekranlardan yansımaya başlayınca, herkesin dikkatini çekiyor, kurduğu cümlelerin anlamlarına dikkat ediliyor ve beğeniliyor. Tabi bu kadar etkileyici, herkesin dikkat kesildiği karakter olur da markalar bunu fark etmez mi? Toyota markası, Ramiz Dayının insanlar üzerindeki etkisini fark etti ve hemen değerlendirdi. Toyota’nın reklam kampanyasının bu serisinde, Ramiz dayının kullanıldığı reklam filmi, dün televizyonlarda gösterilmeye başladı. Sözler dizideki gibi, sanki derin bir yaşam felsefesinin özünü anlatır gibi verilmiş. Aynı dizideki gibi, derinlemesine deneyim ve birikim sahibi bir babadan, tüketicilere nasihat niteliğinde, etkileyici ve vurucu. Ramiz dayı burada shakespeare, Hayyam veya Oskar Wilde şiiri okumuyor tabi. Burada Toyota’nın özelliklerinden bahsediyor. Ama bakın, tam dizideki gibi, nasihat ediyor, seçenek sunuyor ama aynı zamanda yapılması gereken davranış üzerine vurgu yaparak, en doğrusunu öneriyor. İşte Toyota markasının Ramiz Dayı esintisini kullandığı reklam filminin sözleri “fırtına gibi esmek mi istersin yoksa Hızır gibi tam zamanında yetişmek mi? Çiçek gibi narin görünmek mi istersin yoksa kaya gibi sağlam durmak mı? Kılıç gibi keskin mi olmak istersin yoksa kalem gibi geleceği yazmak mı? Başkaları gibi olmaya çalışmak mı istersin, kendi yolunu kendin çizmek mi? Kim olmak istersin? Sıradan bir adam mı? Toyota gibi adam mı?” kısaca Toyota markası, Ramiz dayı karakterini kullanarak etkileyici bir reklam kampanyası hazırlamış. Herkesin dikkatini çekiyor, izleniyor ve mesajlar net olarak anlaşılıyor. Reklam filmi, Toyata’nın bu modelinin, narin görünümlü, kaya gibi sağlam, kılıç gibi keskin, geleceğe hitap edebilecek kadar ileri teknolojiyle üretilmiş bir araç olduğunu vurguluyor. Hem de Ramiz Dayının o derinlemesine deneyim, bilgi, açık görüşlülük olduğunu hissettiren ses ve cümle vurgularıyla, bütün tüketicilere...
Devamı için tıklayınız ...
Yazımın başlığı, Hürriyet Gazetesinin Mediacat dergisine verdiği, karşılıklı iki tam sayfa reklamının sloganıdır aslında. Böylesi bir slogan… Reklamcılık sektörünün günümüzdeki politikasıyla ilgili ne çok şey anlatıyor değil mi? Aile… Duygusal bağların en güçlü olduğu, toplumsal yapıların başında geliyor. Koşulsuz sevginin olduğu, yardımlaşmanın had safhada yaşandığı, kişilerin her yönüyle, kendilerini rahatlıkla birbirlerinin yerlerine koyarak düşünebildiği tek yapı. Markalar son zamanlarda, bu derece kusursuz bağları, tüketicileriyle aralarında kurmaya çabalıyor. Bir ürünün markalaşması, hissettirdiklerine bağlı hale gelmiş durumda. Çünkü günümüzde teknoloji, son sürat gelişmeye ve ilerlemeye devam ederken, insanları gerisinde bırakmıyor. Onları da geliştiriyor, bilinçlendiriyor, isteklerini yönlendiriyor. Kısaca sürekli yaşama bakış açılarını değiştiriyor. Artık bir ürünün kaliteli olması yetmiyor. İhtiyaçları ne derece karşılayabildiği de önemli değil. Önemli olan, kişinin arzuladığı şeyi yerine getiriyor olması. İşte son zamanlarda tüketici, ürün özelliklerinden, faydalarından çok ürünlerle kurduğu bağlara önem verir hale geldi. Tüketicinin bu özelliklere sahip olmasının tek nedeni, teknolojinin gelişmesi değildir elbette. Bunda, Reklam ve pazarlama sektörlerinin hiç te hafife alınmayacak katkıları da bulunuyor. Hürriyet Gazetesi de haklı olarak, en önemlisi de bir marka olarak, benzer bağları, bu reklamla kurmaya çalışmış. Eskiden gazetelerin zaten sahip olduğu bağlardı bunlar. Onların diğer markalar gibi, farklı reklam çalışmalarıyla tüketiciye iletmeleri gereken mesajlara gereksinimleri yoktu. Yazarları, araştırmacıları, köşe yazarlarının, çizerlerinin çalışmaları, okurlarıyla bir aile oluşturmalarına yetiyordu. Eskiden her gazetenin ondan vazgeçmeyen, onun gözüyle yaşama bakan, onun gözüyle beğenen, eleştiren, kendi öznel yaşamını şekillendiren okur kitlesi vardı. Şimdi ise bu durum değişmiş gibi görünüyor. Gazetelerin okur kitlesi, eskiden olduğu gibi onlara çok ta fazla bağlı değil veya bağlı olanlar çok azalmış durumda. Kimi gazeteci, bunun nedenini teknolojik gelişmelere bağlıyor. İnsanların normal gazete almak yerine, daha rahat, kısa sürede haber ve yazılara ulaşabildiği interneti tercih ettikleri için gazete-okur ilişkisinin farklı boyutlara taşındığını söylüyor. Gazete-okur ilişkisinin son zamanlarda aldığı biçimin nedenini, tek başına dijital mecralarla açıklamak tartışılabilirken, basılı reklam mecralarının yaşadığı sıkıntıların da ayrıca tartışıldığı bir zamanda, gazetelerin, reklam konusunda kendileri gibi sıkıntı yaşayan dergi reklam mecrasını kullanarak birbirlerini desteklemesi, insanı umutlandırıyor. Çünkü Hürriyet’in reklamı, gayet çarpıcı ve etkili olmuş. Bir marka, eskiden zaten sahip olduğu aile bağlarını arıyor ve sesleniyor, hatırlatıyor… Biz bir aileyiz.
Devamı için tıklayınız ...
Bir piyasa araştırma kuruluşu olan IDC'nin açıklamalarına göre şirketlerin mobil reklamcılığa yaptığı harcamalar, 2010 yılında %138lik bir artışla 877.2 milyon dolara ulaştı. Harcamaların toplamı 2009'da ise 368 milyon dolardı.
Google ve Apple arasındaki zorlu rekabete rağmen, Google mobil arama dalındaki önerileriyle piyasadaki şirketlerin büyük kısmını ikna etmeyi başardı. IDC'ye göre Google tüm reklam harcamalarının %59'unu elde etti. Onu yüzde 8.4 lük pazar payıyla Apple ve yüzde 6.8 pazar payıyla üçüncü sunucu olan Millennial Media izledi.
Devamı için tıklayınız ...
Mecraların yapısı ve reklam yaptıkları alanlar düşünüldüğünde, hakikaten açık hava reklam mecrası, çok özel bir yerde duruyor. Bir televizyon, radyo, gazete veya internet çok daha geniş kitlelere hitap ediyor. İsteseniz de istemeseniz de, belki de size hitap etmeyen kitlelere reklam yapabiliyorlar. Küçük bir yerleşim biriminde kurulan ve sadece o yerleşim birimine hitap eden bir şirketin, diğer bölgelerde reklam yapması ona çok fazla şey katmayabiliyor. Reklam ajansları, şirketlerin tanıtım kampanyalarını yürütecekleri zaman, ilk önce hedef kitleyi belirler ve ona göre kampanyanın stratejisini oluşturmaya başlarlar. Burada sözünü ettiğimiz şirketin hedef kitlesi zaten bellidir. Buna yönelik olarak yapılacak kampanyanın da bu çerçevede düşünülmesi gerekiyor. Yerel olarak yayın yapan radyoların bile, hitap ettiği kitlenin genişliği gereksiz olabiliyor. Şu durumda, istediğiniz kadar küçük bir kitleye reklam yapabilen tek bir mecra kalıyor, açık hava reklam mecrası. Kimi zaman tek bir billboard, bir köprü afişi, bir araç giydirmesi, şirketin dış cephesi ve çevresine yapılan reklamlar, firmanın tam olarak ihtiyacını giderebiliyorlar. Tabi bu durum, küçük yerleşim birimlerindeki şirketler için geçerlidir. İstediğiniz kadar büyük olun, ülke çapında faaliyet gösterin, ülkenin bütün kesimleri hedef kitleniz arasında bulunsun, sizi yine de destekleyebilen bir mecra olarak karşımıza çıkıyor. İstediğiniz kadar semtte, ilde, bölgede, ülkede her yerde billboardları, megalightleri, afişleri, duvar reklamları sizin mesajlarınızı tüketiciye ulaştırabiliyor. Sadece bunlar da değil, markalar, hangi reklam mecrasını etkin olarak kullanırsa kullansın, sizlerin de her yerde gördüğü gibi, açık hava reklam mecralarını destekleyici olarak kullanıyor. Örneğin, televizyon reklamından çok iyi bildiğiniz bir film karesi, otobüs durağınızın yan duvarında karşınıza çıkabiliyor. Açık hava reklam mecraları, teknolojiyi de takip ediyor. Yani teknoloji geliştikçe, ona uyum sağlayan ürünleri de geliştirerek kullandırabiliyor. Son zamanlarda, özellikle alış veriş merkezlerinde gördüğümüz dijital boardlar, bunun en yakın örneğini oluşturuyor. Ürünler, birden fazla afişi arka arkaya çeviriyor, günün ışıklarına göre kendi ışıklandırmalarını yapıyorlar. Hatta son üretilenlerin bazıları yaş, cinsiyet tespiti yaparak, bu kişilere uygun reklamları hemen gösterebiliyor. Ne kadar dar bir alan olursa olsun veya ne kadar geniş bir alan olursa olsun, o kendine has hızı ve etkisiyle markaların reklamlarını yapabiliyor. Konulduğu anda tüketiciye ulaşıyor ve onlar isteseler de istemeseler de açık hava mecralarından kaçamıyorlar. Çünkü yürüdükleri caddelerde, bekledikleri duraklarda, önlerinden geçtikleri duvarlarda onlarla karşılaşıyorlar. Televizyon gibi zap yapma şansları yok, internet ortamları gibi başka bir ortama geçme şansları yok, onlarla yüzleşerek geçmek durumunda kalıyorlar. Kısaca, açık hava mecraları, her halükarda mesajlarını iletiyor. Hele yaratıcı bir tasarım yapılmışsa, dikkatleri üzerlerinde toplayıp hem tüketici için, hem de markalar için heyecan verici olabiliyorlar.
Devamı için tıklayınız ...
Google bugünlerde yaptığı resmi açıklamada, AppNexus firması ile daha önce yapmış olduğu gerçek zamanlı tekfliflere dayalı reklam alışverişi ve Google'ın reklam envanterindeki bilgilere erişimini engelledi, gerekçe olarak AppNexus'un reklam politikalarını ihlal ettiği öne sürüldü. Google, AppNexus'un ne şekilde bir ihlalde bulunduğunu açıklamazken, sorunun temelinde reklam kalitesindeki ve içeriğindeki düşüşlerin olduğu düşünülüyor.
Devamı için tıklayınız ...
Radikal ve Referans gazeteleri birleşmelerini bundan yaklaşık 2 ay önce ‘Medyada radikal devrim' sloganıyla duyurmaya başlamış ve 17 Ekim 2010 tarihinde, tabloid boyda ve indirimli bir fiyatla okurlarıyla buluşmuştu. Kampanya esnasında da oldukça yoğun ilgi gören bu yeni oluşum, gazetenin yayınlandığı ilk hafta basında da yoğun bir ilgiyle karşılandı. Neredeyse 2 aydır yeni boyutu ile yayınlanan gazete bir yeniliğe daha imza atarak, sosyal paylaşım sitesi Facebook'daki hayran sayfasında da iki yeni uygulamaya başladı.
Devamı için tıklayınız ...
Ekonomik sistemin şu son zamanlarda geldiği noktada, tüketici bilinçli hale geldi. Verilen reklam mesajlarının çoğunu anlayabiliyor. Yargılayabiliyor, eşleştiriyor ve mesajlarda verilen iddiaların arkasının gelmesini bekleyebiliyor. Firmanın kurumsal kimlik çalışmalarında kullandığı renkleri, logosunu, sloganını, firma ismini ayrı ayrı yorumlayabiliyorken aynı zamanda, bütünsel görünümlerinden de kendince anlamlar çıkarabiliyor. Bu yüzden reklam kampanyaları, pazarlama stratejileri oluşturulurken ajanslar, markalaşmak isteyen şirketleri, daha kuruluş aşamasında ele almayı tercih ediyorlar. Çünkü en sağlıklı yol bu. Firmayı, şirketi tanımlayan en küçük işaret, ibare, anlatıma dikkat ediyorlar. Tüketicinin bunlar hakkındaki en ufak algısını hesaplıyor, bütün seçenekleri değerlendirerek, olması gereken en iyi sonucu veren çalışmayı kullanmasını sağlıyorlar. Özellikle ülkemizde, firma sahipleri, bu ayrıntılara çok dikkat etmiyorlardı. Kendi dünya görüşlerini yansıtan, bakış açılarını açık eden şirket isimleri, logolar veya renkleri kullanıyorlar. İlk etapta, bu onlara mantıklı gibi gelebiliyor. Kendilerini içinde hissettikleri kitlenin ürünlerini satın alması yeterli gelebiliyor. Bunun onlara prestij sağladığını düşünüyorlar. Hatta ürettikleri her ürün için, her kesimin kabul edeceği isimler ve logolar çalışsalar bile, ürünün üst kimliği, onun pazardaki durumunu belirleyebiliyor. Aynı İhlas Holding’in şu an yaşadığı sıkıntı gibi. Şirket sahiplerinin mensup olduğu düşünce ve dünya görüşü ne olursa olsun, üretim kimliksiz olmalı yani kimliksiz derken, dini, siyasi, etnik herhangi bir kimliğe sahip olmamalı ama kendine has, tüketicileriyle arasındaki ilişkiyi kurmasını sağlayan bir kimliği olmalıdır. Kristal kola, İhlas Holding ismi altında üretilmeye başlamıştı. 2001 yılında da %15 Pazar payına sahip olmuştu. Ekonomik krizle birlikte bu pay geriledi. Bunun üzerine holding yönetimi, kristal colayı Sunny Elektronik’e sattı. Fakat bunu devralan şirket, ürünün daha önce sahip olduğu Pazar payını yakalayamadı. Yaklaşık 5 yıl boyunca durağan bir Pazar dönemi geçirdi. İhlas Holding, bu yılın başında, kristal kolayı geri alarak, yeniden Pazar payını büyütmeye başladı. Geçtiğimiz günlerde, Kristal Gıda Pazarlama ve Satış Müdürü Bayram Altıntoprak yeni oluşturulacak olan stratejilerde, dini kola düşüncesini, tüketicilerin algısından silmek için çalışacaklarını ifade etti. İşin en başında yapılan hata, şimdi toparlanmaya çalışılıyor. Yeni oluşturacakları stratejilerde farklı kesimleri de hedefe koyarken, ürünlerinin arasına, farklı markaları da eklediklerini söyledi. Bunlar; Redline, Bwi Cola, Chat Cola, Rival madeni meyve sularıdır. Herkesin tahmin edebildiği gibi, insanların ilk edindikleri izlenim çok önemlidir. Daha sonra, üstüne eklenen bilgiler, ilk izlenimi çok zor kırabiliyor. Algıların değiştirilmesi, yeni bakış açılarının sunulması ciddi ve uzun soluklu stratejilere ihtiyaç duyarken, bunların oldukça yaratıcı çalışmaları kapsaması gerekiyor. Halbuki kuruluş aşamasında, büyüme durumunda hedeflenebilecek kitleler hesaplansaydı veya en geniş kitleler hedeflenseydi, kuruluş kendini ona göre konumlandırabilirdi. Şimdi böyle bir sorun gündemlerinde olmayacaktı. Markalar, her kesim tarafından tercih edilecekti. Her kesimden insanla marka arasındaki bağın oluşturulması kolaylaşacaktı. Gerçi günümüzde, herhangi bir tarafta olmadığı bilinen markaların bile, tüketiciyle aralarındaki bağların kurulabilmesi çok zor. Çok iyi tasarlanmış, yaratıcı çalışmalar gerektiriyor. Bunların üzerine, var olan algıları değiştirme stratejileri eklenince iş daha da zorlaşıyor. Ama yine de, reklam sektörü için mümkün olmayan bir şeyin söz konusu olmadığını düşünürsek bu da başarılabilir.
Devamı için tıklayınız ...
1982 yılında Al Ries ve Jack Trout’un aynı isimli kitabıyla pazarlama diline girdi konumlandırma sözcüğü. O güne kadar kullanılmıyor muydu? Kullanılıyordu evet, ancak daha çok ürünlerin raflarda göz hizasına yerleştirilmesiyle ilgili bir terim olarak. Oysa Ries ve Trout bu terimi yeniden tanımladı: “Konumlandırma bir ürüne yaptığınız şey değil, olası müşterilerin aklına yaptığınız bir şeydir.” Bu cümleyi biraz daha açarak konumlandırmaya daha detaylı şekilde bakabiliriz. Pazarlama iletişiminin beş unsurundan biri olan konumlandırma (ürün, fiyat, yer, promosyon, konumlandırma) bir anlamda ürünlerin ayırd edici özelliklerine vurgu yapan söylemleridir. Zaman zaman sloganlar da konumlandırmaya vurgu yapabilir ancak, her slogan ürünün konumlandırmasına uygun düşmeyebilir. Üstelik konumlandırma keyfi olarak yapılamaz. Ürünün tasarlanma aşamasından itibaren nasıl konumlandırılacağına karar verilmeli ve sonraki süreçler de buna göre işlemelidir. Keyfi olarak yapılan bir konumlandırma, ürünün fiziksel ve duygusal yanlarına vurgu yapamayacağı gibi, eğer üreticinin pazarda oturmuş bir konumu yoksa markaya ciddi zararlar verir. Örneğin, Ferrari hızlıdır, Mercedes prestijlidir, Volvo sağlam, ve Ford diğer üçüne göre ekonomiktir. Bu daraltılmış örneğe baktığımızda pazara yeni girecek olan bir otomobil markası daha tasarım sürecinde kendisini rakiplerine göre nasıl konumlandıracağına karar vermelidir. Kendisini doğru konumlandıran bir marka için, farklı ürünlerini konumlandırmak daha kolaydır. Üstelik kendisini doğru konumlandıran marka ve ürünlerin taklit edilmeleri de kolay olmaz çünkü doğru konumlandırma hedef kitle ile marka – ürün arasında duygusal bir bağ da yaratır. Doğru konumlandırma için, öncelikle ürünün fiziksel ve duygusal özellikleri ile rakiplerinin konumları, ardından hedef kitlesi yapılacak olan araştırmalarla belirlenmelidir. Bu öncü çalışmaların ardından geliştirilen ürünün, fiyatı, ismi, sloganı, ambalaj ve logo gibi görselleri ve nihayetinde satış noktaları belirlenmelidir. Bu konumlandırmaya göre ürün mağazalarda yer almalı ve eş zamanlı olarak iletişimsel pazarlama faaliyetleri sürdürülmeli ve son olarak da gerekiyorsa bütün çalışanlar da ürün ile birlikte markayı temsil etmelidir. Bu yazdıklarımız doğrultusunda son dönemde başarılı konumlandırma örneklerinden birisi olarak bundan önce kalite ve sağlamlık üzerine kendini konumlandıran Toyota firmasının “Çıkarım senle her yola” sloganı ile, daha sevgi ve güven gibi duygusal değerlerle gönderme yapmasını gösterebiliriz. Toyota firması bu slogan ile çekilen reklam filmleriyle çeşitli eleştiriler almış olsa da, bir çok kişinin hafızasında yer etmiş durumda. En küçüğünden en büyüğüne kadar her markanın, ürünün, kurum, kuruluş hatta kişilerin dahi bir konumlandırma biçimleri mutlaka vardır. Basit bir konumlandırma örneği: Bir gazeteyim, bir ekmek fiyatına, ülkenin her gazete bayiinde, her gün dört sayfa bulmaca ilavesiyle satılırım ama en önemlisi günlük siyasi olaylar yanında, eğitim, kültür, sanat ve spor gündemi hakkında da okuyucularına hizmet sunan, objektiflikten yana, muhalif seslere de yer veren günlük bir gazeteyim. Beni rakiplerimden ayıran iki önemli özelliğim var, birisi en yüksek tiraja sahibim, ikincisi yurt dışında da basılan ülkemin tek gazetesiyim...
Devamı için tıklayınız ...